ANKARA HAVA DURUMU
BİZE ULAŞIN info@gelard.org

Araştırma Yazıları

Gelard

NE YİYORSAK O MUYUZ? -Bir Yeme(k) Felsefesi Denemesi- Prof. Dr. Mustafa ÇEVİK

- +
NE YİYORSAK O MUYUZ?  -Bir Yeme(k) Felsefesi Denemesi- Prof. Dr. Mustafa ÇEVİK

 

Gıdanın nasıl alındığı, nasıl hazırlandığı, hangi hayvandan veya bitkiden alındığı, ne kadar tüketildiği, ne kadarının israf edildiği, yerken aç insanları düşünüp düşünmediği gibi bir dizi ahlaki tartışmanın gelgesinde tartışılması gereken gıda etiği alanı vardır.

Yemeğin de felsefesi olur mu diye düşünebilirsiniz. Aslında insan denilen tür olarak bütün eylemlerimizin altında yatan bir felsefenin bir yaşam tarzı ve tutumun yattığını söyleyebiliriz. Bize hiç de öyle değilmiş gibi geliyor olmasının nedeni çoğu zaman bunu toplumsal olarak devralıp düşünmeksizin tekrar ettiğimiz alışkınlıklar şeklinde olmasından kaynaklanıyor. Yoksa her türlü davranışımızın, tutumumuzun, sözümüzün arkasında, farkında oluruz olmayız, mutlaka bir tutum ve yaşam tarzı vardır. İnsan yaptığı eyleminin bilincinde ve bu eylemleri yapan kendisinin de “kendilik” bilincinde olan bir varlık olması bakımından diğer canlılardan ayrılır. Yaptığımız eylemimize, söylediğimiz söz ve takındığımız tutuma eşlik eden bilinç durumlarımız yok ise diğer canlılardan, yani bir bitkiden veya hayvandan farklı olamayız. Bitkiler ve hayvanlar türünün davranışlarını tekrar ederek yaşamlarını korurlar. İnsan ise kendi türünün davranışlarını taklit etmekle birlikte onlardan deneyim ve bilgi çıkarak kendini ve türünü dönüştürme becerisine sahip bir varlıktır. İnsan biyolojisinin ve çevresinin otomatize edebildiği bir varlık değildir.

Bunu ister semavi dinlerin, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet, geleneklerinden referans alın ister seküler Batı dünya görüşünün Rönesans kaynağı olan Antik Yunan kültürünü alın ayın noktaya varırsınız. Semavi dinlerin geleneklerinden yola çıkarsanız insanın, meleklerden ve tabi ki diğer varlıklardan, farklı olarak “kendisine öğretileni geliştiren” bir tür olarak var olmaya başladığını görüyoruz. Benzer şekilde seküler Batı dünyasının kaynaklarından yola çıkılınca da Tanrılardan ateşi çalıp insanlara hediye eden mitolojik kahraman Prometeus’yu görüyoruz. Her ikisinde de yapılan, insanın fiziksel veya fiziksel olmayan bir mekanizmaya ve otamasyona bağlı olmadığı ve öngörülebilir bir algoritmasının olamayacağını vurgulamaktır. Bu iki yaklaşımın benzer tarafı insanın nesneden farklı ve kendisinin öznesi olabilecek bir varlık olduğunu beyan etmeleridir.

Yemeğin ve beslenmenin felsefe konusu olması yeni değil aslında. Platon Devlet isimli kitabında ayrıntılı bir diyetten bahseder. Stoacılar, daha sonra J. Locke ve Rousseau, Marx ve Nietzsche gibi önde gelen düşünürlerin de metinlerinde yemeğe dair analizler yaptıklarını biliyoruz. Günümüz felsefe metinlerinde de yemek ve beslenme konusu yer almaktadır. Ancak bugünün felsefe yemek ilişkisi daha çok gıda etiği üzerinden yapılmaktadır. Vejetaryenlik, tarım etiği, gıda güvenliği, biyoteknoloji riskleri ve GDO’lu gıdanın sağlık için oluşturduğu riskler gibi konular ve gıda tekelleşmesi ve açlık sorunu bağlamından yürütülen bir yemek ve gıda felsefesinin eksik ve yüzeysel bir tartışma olduğunu düşünüyorum.

 

Gıdanın Etiği: Yemek Seçmenin Ahlakı

Yemek ve gıda olayını sadece üretim ve dağıtım aşamalarındaki etik ve güvenlik sorunu olarak ele alınması yeterli bir yaklaşım olmadığı ortadadır. Günümüzde gıdanın işleyişi, dağıtımı ve yönetimi beraberinde çok daha derinlikli sorunlar getirmektedir. Örneğin dünyada açlıktan ölen insanların nüfus çoğunluğu ile değil gıda üretimi ve dağıtımındaki yönetim ve hukuk anlayışındaki yanlış anlayıştan ileri geldiğini unutmamak gerekir. Eğer dünyada açlık var ise bazıları çok doğurduğu için değil bazıları ilkesiz ve sınırsız gıda tükettiği içindir.

Bu nedenle Gıdanın nasıl alındığı, nasıl hazırlandığı, hangi hayvandan veya bitkiden alındığı, ne kadar tüketildiği, ne kadarının israf edildiği, yerken aç insanları düşünüp düşünmediği gibi bir dizi ahlaki tartışmanın gelgesinde tartışılması gereken gıda etiği alanı vardır.

Bazı hayvanları kesip etini yemeyi uygun görebilirsiniz ama o hayvanın doğurma döneminde dişisini kesmek hiçbir kültürde ahlaki bulunmaz. Doğadaki gıda kaynaklarını kullanırken insanın kuralsız davranabileceğine dair hiçbir kültürde yer yoktur.

Gıda etiği bağlamında bir başka sorun ise kişinin yemeğin miktarını, şeklini ve yerini seçerken sorumluluğunun ne olduğu sorusudur. İki türlü sorumluluk var burada. Birincisi kendine ikincisi diğer insanlara karşı sorumluluk. Besin tercihi yaparken kişi tamamen sorumsuz değildir. Öyle bir seçim yapmalı ki başkasına zarar vermemelidir. Azgari sorumluluk budur. Elbette buradaki ahlaki sorumluluğun nedeni de önemlidir. Eğer ticari, güvenlik ve benzeri kaygılarla sorumlu davranıyorsa kişi, bu bir ahlaki erdem ve eylem değildir. Esas olan burada “hasbi” ayni kendi iç motivasyonu ve otodeterminasyonu ile sorumlu davranmasıdır.

Kendine karşı sorumluluk gıda etiğinde, kişinin kendi sağlığına zarar vermeyecek bir gıda tercihi yapmasıdır. Nasıl ki kişinin bir başkasının veya kendisinin bedensel ve ruhsal bütünlüğüne zarar vermesi suç ve kötü kabul ediliyorsa benzer şekilde kişinin kendisinin bedensel bütünlüğüne tedrici yani aşamalı zarar verecek bir gıda tercihi yapması ahlaken kötüdür.

Zihin Felsefesi Sorunu Olarak Gıda: Yemek Ruhumuzu Etkilermi?

Bir başka sorun ise yediklerimizin doğamızı değiştirdiğine dair söylemdir. Ana akım medyada doğal olmayan gıdalarla beslenen kuşakların düşünce, davranış, bedensel ve zihinsel yapı bakımından olumsuz etkilendiklerine dair çok güçlü bir söylem vardır. Burada beden-ruh (zihin) arasında bir fiziksel bağılılık ve etkileşim olduğu ima edilmektedir. Bu doğrudan zihin felsefesinin bir sorunudur. Nitekim Fransız gastronom Jean Anthelme Brillat-Savarin, “Bana ne yediğinizi söyleyin size kim olduğunuzu söyleyeyim,” diyordu. Bu ifade ile kişinin beslenme şekli ve malzemesi ile kişiliği, ait olduğu sınıfı ve yaşam tarzı hakkında bir ilişki kuruyordu. Matyalist Ludwig Feuerbach, Brillant-Savarin’in bu ifadesini materyalist bir bağlama taşıdı ve “Ne yersen osun,” dedi. Bununla kastı şuydu: sen sadece maddeden ibaretsin ve yediklerin de maddedir. Ne gariptir ki bu yaklaşım çok yaygın bir şekilde zihinlerde yer etmiştir. Aslında yemekle kişilik ve yaşam tarzı arasında, hatta inançlar arasında kurulan bu yaklaşım çok acımasız gibi geliyor bana. Çünkü bu yaklaşımı bir ilke olarak benimsediğinizde varılacak nokta şu olur: Et yemeyenler veya yiyenler şu şu karakterde ve sınıfta olur. Hatta zeka düzeyleri ile beslenme arasında birebir bir nedensel ilişki kurularak bir tür “biyoloji kaderdir” yaklaşımı benimsenmiş olur. Bu giderek fakir toplumlar ile zengin toplumlar ve kesimler arasında beslenme şekillerinden kaynaklı bir sınıfsal üstünlük saymanın meşruiyet aracı olarak alınabilir. Nitekim et yemediği için matematik çözemiyorlar gibi ilginç biyolojik teoriler ortaya atan eğitimcilere çoğumuz tanık olmaktayız. Bu düşüncenin dersine bir iddiayı içeren bir yaklaşım ise “Düşünüyorum öyleyse varım” diyen Descartes’ın yaklaşımıdır. Buna göre ben düşüncemin kendisiyim veya varlığımın temeli benliğimdir. Feuerbach’ın beden merkezli materyalizmden çok uzak bir benlik ve insan anlayışıdır bu.

Tabi bu yaklaşım, yani yediğimiz gıdalar ile karakterimiz arasında kurulan birebir ilişki, sadece maddeci yaklaşıma ait değil dini geleneklerin söyleminde de görmek mümkündür. İnsanın karakteri ile yedikleri arasında “Haram lokma” yaklaşımıyla bir ilişki kuran anlayış vardır. Ancak Semavi dinlerin geleneğinde insanı kirleten şeyin “ağzından giren değil ağzından çıkan” olduğu yaklaşımı esas alındığı unutulmamalıdır. İnsanın karakterini belirleyen şeyin taşıdığı düşünceler, söylediği sözler ve yaptığı eylemlerin niteliği başta Semavi dinler olmak üzere bütün dinlerin felsefesini oluşturan bir ilkedir. Çünkü bir eylemi kötü kılan ardındaki niyettir, sahibinin yediği yemeğin türü değil. Ameller niyete göredir ilkesi ile eylemlerde ve sözlerde niyetlilik ve yönelme durumu esas alınmıştır.

Elbette “Ne yersen osun” yaklaşımı salt materyalist ve biyolojik anlamda anlaşılmamıştır. Farklı olarak yemeğin ayna olarak görülmesi şeklinde bir anlamda da kullanılmıştır. Yemekle kurulan ilişki ve yemeğe yüklenen anlam kişinin kim ve nasıl bir kişi olduğunu göstermesi bakımından “ayna” görevi görür. Yemek alışkanlıklarınız, yemeğe bakış açınız, yemek ritüelleriniz, sofra kurallarınız hepsi sizin statünüzü gösteren sembolik anlamlar içerir. Öyle ki Marcus Tullius Cicero’nun dediği gibi insan “Yaşamak için yemeli, yemek için yaşamamalı.” (Bu söz Sokrates’e ve Moliere’e de mal edilir). Bu pencereden bakınca insanlar ikiye ayrılır kimisi için yemek o kadar da önemli değildir. Yaşayacak kadar yer. Yemek o kişi için yaşamın merkezine alınacak kadar önemli bir şey değildir. Kimisi ise neredeyse yemek için yaşıyor gibi izlenim verir. Yemek eksik olsa, geç olsa, tuz ve yağ ayarı yerinde olmasa arıza çıkarır, masayı ters çevirir. Yemek için çok vakit harcar, yemek onun için bir tutku ve hırs kaynağıdır. Kuşkusuz bu iki karakterin yemeğe yüklediği anlam ve yemek için yapabilecekleri düşünüldüğünde diğer alanlardaki yaşam tarzının da yemek konusundaki yaklaşımlarına benzerlik oluşturduklarını görebilirsiniz.

Yemeği tutku haline getiren anlayışın kötülüğünü anlatan insanlar için Aliya İzetbegoviç şöyle der: “En kötü kombinasyon boş bir ruh ile dolu bir midedir”. Yaşam tarzı olarak ruhunu değil bedenini beslemeyi tutku haline getirmenin erdemden yoksun olduğuna dair çok yaygın bir anlayışın varlığını biliyoruz. Bedeni besleyip ruhu beslemeyi ihmal etmek bir yaşam felsefesi barındırır kuşkusuz. Yemek yemeyi bir yaşam felsefesi ve tutkulu bir kişilik haline dönüştürmeyi Kur’antemettü” kelimesiyle anlatır. Temettu ifadesi yemeği başka bir şeyi düşünmeyecek kadar tutkulu bir şekilde önemsemek demektir.  Bunun örneği Romalılardaki yemek düşkünlüğüdür. Anlatılanlara göre Romalılar yemeği zevk ve tutku için yerlermiş. Buna gör önce yemek yerler, daha sonra yediklerini kaz tüylerini kullanarak kusarlardı. Sadece yeme zevkini tekrar tatmak için böyle bir azgınca yemek yeme kültürünü geliştiren Roma şehri Pompei’nin bir o kadar da yoksulu çokmuş. İşte bu “temettü” yani hayvanca yemek yeme tarzı sadece kendine değil topluma da zarar veren bir yaşam tarzına dönüşebilmektedir.

Yemek için yaşamak ile çok yemek aynı zamanda kendi sağlığını önemsememek gibi bir tutum barındırdığı gibi esas sorun iradesini kontrol edememek olan Bulimia Nervoza denilen psikiyatrik bir hastalığıdır. Bulivia Nevroza hastalığı yaşamı tehdit etme potansiyeli olan bir yeme bozukluğudur. Bu hastalığı taşıyanlar çok fazla yer ve ardından zorla kusmaya çalışır. Fiziksel aktiviteden uzak tutan bu hastalığın vücut üzerinde ve kişilik üzerinde giderilmesi zor çok büyük etkiler bırakabilmektedir. Böyle bir tutkulu yemek alışkanlığı için bir Tamil Atasözü şöyle der: “Obur, mezarını dişleriyle kazar.”

Yemeğin Erdemi: Yemek Bizim Neyimiz Olur?

Yemeğin felsefesi bağlamında ele alınabilecek konulardan biri de yeme alışkanlığı üzerinden kurulan erdem ilişkisidir. Kişinin nefsine hâkim olması ve onun kölesi olmaması gerektiğine inanılır. Ve erdemli bir liderlik için yemeğe düşkün olmamak gerektiği kabul edilir. Burada öznenin nesne ve nesne arzusuyla kurduğu ilişkinin önemi öne çıkmaktadır. Arzuya karşı yenik düşmek öznenin esareti bağlamında felsefi bir sorun sayabiliriz.

Hedonik açlık denilen bu beslenme şekli aslında vücut istemeden mideye zorla doldurma alışkanlığıdır. Aslında vücudun dengesi ihtiyacı olduğunda uyarı verir. Beden de doğadaki her varlık gibi denge ile yaşar. Vücut kalori ve enerji ihtiyacı olduğunda uyarıcı görevi yapan sistem olan “homeostatsy” sistemi aracılığıyla sinyaller verir ve beden dengesini korur. Bu dengeyi bozan tek şey insanın tutkuları ve hırsıdır. İnsandaki bu tutku benzer şekilde doğayı da tahrip eder. Bedeninin güvenliğini düşünmeyip onu yemek zevkiyle tahrip eden insan ile daha çok mal biriktirmek ve daha çok egemenlik kurmak için hırslanan ve kontrolsüz davranan insan türü ve kişisinin sorunu aynıdır. Bu kötülüğü insana yaptıran şey yaşam hakkında düşünmemek, sorgulamadan yaşamı çalışma sorumsuzluğudur.

 

Yemeğe ve gıda ürünlerine yönelik bir başka felsefi sorun ise şudur: Gıda ürünleri bir ticari meta mıdır yoksa doğanın bize verdiği bir armağan mıdır? Bu iki yaklaşım arasındaki fark bizi çok ayrı insan türüne dönüştürebilir. Yemeğe ve gıda ürünlerine meta olarak baktığımızda yemeğin ticaretini, üretimini, yönetimini ve dağıtımını yaparken arzularımıza ve hırsımıza yenik düşen bireylere dönüşmemiz mümkündür. İkinci görüş ise insana verilen armağana kutsal bir anlam yükler ve doğaya saygı duyar. İlkinden açlık ve sefalet çıkar ikincisinden ise yardımlaşma ve adil paylaşım ahlakı çıkar.

Gıda ve tarım erdemi denilebilecek bu yaklaşım doğa ile kurulan sağlıklı bir ilişki doğurur. Böyle bir ilişki insan için terapötik bir etki yaratan yaklaşımı beraberinde getirebilir.

Yemek felsefesi bağlamında ele alınacak başka bir sorun ise yemeğin yendiği ortam ve yemek ritüelleridir. Yemeği tek başına yemek ile kalabalık aile ortamında yemenin bir çok sosyo psikolojik ve dini etki yapacağı kesindir. Yemekte ne yaptığın, yemeğe nasıl davrandığın, yemeği ayakta ve hızlı bir şekelde mi yoksa saygı ve erdemli bir tutum içinde mi yediğin yemekle kurulan ilişki bakımından çokça tartışılacak bir sorun alanıdır.

Telifsiz stok fotoğraf ID: 536245621

“Ne yiyorsan osun” yaklaşımı yerine “Ne düşünüyorsan osun” yaklaşımı alternatif olarak düşünülmelidir. Kişi bedeni değildir. Bedeni yönetendir. Benliğimiz bedenin esiri değil. Ondan etkilenir. Ama ona bağımlı değildir. Ondan etkilenmesi tıpkı bindiğimiz arabanın arızalanmasından seyir halindeyken etkilenmemiz gibidir. Araba gibi beden de “ben”i taşır. Araba ile yolcu arasındaki ilişkiye benzer bir ben-beden ilişkisi vardır. Beden yediklerinden etkilenir ama benliğin yemekten etkilenmesi bedenin edkilendiği kadardır. Beden yemeğin eseridir, yani “yediğin şeysin” demek insanı nesne ve nesneler arası ilişkinin uzantısı olarak görmek gibi aşağılama içeren bir yaklaşımdır. Marcus Aurelius ne güzel söylemiş: “Düşündüğünüz şeyler zihninizin kalitesini belirler. Ruhunuz düşüncelerinizin rengini alır. ” Nasıl ki bedenimiz yediklerimizden büyük oranda etkileniyorsa benliğimiz ve ruhumuz da düşüncelerimizden etkilenir. Her ikisi arasında da etkileşim vardır elbet. Yani beden de ruhtan ruh da bedenden etkilenir bir oranda. Ama asıl belirgin olan iki alan vardır. Beden, yediklerimizden, ruh ise düşündüklerimizden etkilenir. Abur cubur ve zararlı gıdalar yiyen bir kişinin beden yapısının, cildinin, dişlerinin ve saçlarının etkilenmesi kaçınılmazdır. Aynı şekilde zihninde kötü şeyler döndüren, aklını ve duygularını yanlış ve zararlı şeyler konusunda besleyen birinin kişilik ve zihin yapısının bundan etkilenmesi beklenir. Kıskançlık, korku, utanç veya açgözlülükle zihnini dolduran kişinin sağlıklı bir kişilik ve karar verme becerisine sahip olması zorlaşır. Yanlış düşünceler ruhumuzu kirletir. Aurellius’un deyimiyle benliğimiz düşüncelerimizin rengine bürünür.

Bunu günümüz iletişim ve reklam sektörü bildiği için bedenimizi değil düşüncelerimizi değiştirmeye çalışırlar. İnsan aslında rasyonel bir varlıktır. Ama sosyal medya, televizyon ve pazarlama sektörünün bütün çabası sistematik olarak insanı rasyonel düşünmekten alokoymaktır. Bunun için kullandığı şey ise insanın zaaflarından yakalayıp irrasyonel düşünmesini sağlamaktır. İrrasyonel insan kolay yönetilebilir bir insandır. Çünkü denetim sistemini kendi içinde taşımayan, oto determinizmini kaybetmiş bir insan artık özne olmaktan çıkarılmış bir insandır. Ne düşünüyorsan osun yaklaşımı ile düşündüğün şeyi veya düşüncelerini yöneten seni de yönetir anlamına geliyor.

İletişim aygıtları üzerinden iktidar sahipleri bizim düşüncelerimizi ve dolayısıyla bizi yönetmek için temel strateji olarak ihtiyacımız olmayan şeyleri ihtiyaç olarak benimsetmek stratejisidir. Özgürlük bakımından baktığımızda düşüncelerimizi ve duygularımızı yönetmeye yetkili olup olmadığımızı düşünebiliriz.

 

 

YORUM GÖNDERYorumlarınızı göndermek için alt kısımdaki formu kullanabilirsiniz.