
Barınma ve beslenme temelinde yaşam mücadelesi veren insanın gıdaya erişiminin kolay olmaması nedeniyle ilk çağlarda gıda tedarik edildiği yerde çoğunlukla çiğ olarak tüketilirdi. Ateşin bulunması gıdayı hazırlama şeklini değiştirmesi yanında günümüz mutfağının şekillenmesine de zemin hazırlamıştır.
Yeryüzündeki sürgün hayatı çeşitli koşullara bağlı kılınan insanoğlu; çağlar boyunca yaşam koşullarını kolaylaştırmak, gelişme ve ilerleme safhalarını tamamlayabilmek için öncelikle fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak durumunda kalmıştır. Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidine göre piramidin temelini diğer ihtiyaçlara erişim için giderilmesi elzem olan fizyolojik ihtiyaçlar oluşturmaktadır. Önceliğinin varlığının devamını sağlamak olması nedeniyle beslenme ve tehlikelerden korunma insanın fizyolojik ihtiyaçlarında ilk sırada yer almıştır.
Mağaralarda avcı toplayıcı olarak başlayan serüvende beslenme; doğanın bahşettiği bitki ve meyvelerin toplanması ile başlamış, av aletlerinin icadıyla hayatlarına avladıkları hayvan etlerinin dahil edilmesiyle çeşitlenmiştir. Gıdanın yaşamın devamı için zaruriyeti ve tedarikinin zorluğu nedeniyle besin kaynaklarının yoğun olduğu bölgelere göç etmişlerdir. Çiğ olarak tükettikleri gıdalar, ateşin bulunmasıyla lezzetlenmiş, bu buluşma beslenmeyi yaşam için gereklilikten bir kültüre dönüştürmüştür. Tarım devrimi ile tükettiklerini üretebilme kabiliyetine sahip olarak gıdaya daha hızlı ve tehlikesiz erişebilmişlerdir. Bir yandan toprağı ekip biçerek beslenmelerinde bitki çeşitliliğini arttırmış, öte yandan da önceden avladıkları hayvanları evcilleştirerek doğadan güçlükle aldıklarını doğayı işleyerek almaya başlamışlardır. Toprağın bahşettiği buğday, pirinç, patates gibi sindiremedikleri gıdaların ateşte pişirilmesiyle kimyası değişen gıdayı kolay sindirebilme yanında, bazı gıdalarda bulunan parazit ve mikropları da yok ederek biyolojik gelişimlerine olumlu katkıda bulunmuşlardır. Yerleşik döneme geçişin beslenme kültüründe oluşturduğu değişimler yeni ihtiyaçları da beraberinde getirmiş, yiyecek ve içeceklerinin pişirilip tüketilebilmesi için ateşin mucizesinden faydalanarak çanak, çömlek üretmeye başlamışlardır.
İnsanların yaşaması için gerekli araçlardan biri olan gıda, tarihsel süreç içinde amaç haline dönüşmüş, ateşte pişirilerek sade bir biçimde tüketilirken zamanla ziyafet sofralarında asaletin simgesi haline gelmiştir. İlkel çağlarda bedensel güce sahip olanın erişebildiği bazı gıdalar, zamanla maddi güce sahip olanın sofralarını süslemeye devam ederek belli bir kültürün ve sosyal yaşantının göstergesi haline gelmiştir. Rahatça tüketilmesi için üretilen çanak çömlekler yerini değerli madenlerden yapılmış gösterişli tabak ve çanaklara bırakmış, sofralar adeta bir güç gösterisi olarak kullanılmaya başlamıştır.
Antik çağda yemek alışkanlıkları dinin etkisiyle sofraları şekillendirmiş, ziyafetler dini bakımdan özel günlerde seremoniler eşliğinde düzenlenmiştir. Antik Yunan döneminde en önemli gıda maddesi olan et tanrılara kurban edilen hayvanlardan sağlandığı için kutsal sayılmış, ziyafetlerde statüce üstün olandan başlanarak ikram edilmiştir. Yemek Roma döneminde önemini arttırmış en eski yemek kitaplarından biri MÖ 14 ve 37 yılları arasında Tiberius döneminde yaşayan ünlü Roma tüccarı Marcus Gavius Apicius tarafından Apicius adı altında çıkarılmıştır.
Ortaçağda bir tarafta et yemeyi ve çok yemeyi asalet ve gücün simgesi olarak görüp et yememeyi ceza olarak nitelendiren bol besinli ziyafet sofralarıyla yaşayan aristokratlar varken bir tarafta da yemeğin dünyanın zevklerinden biri olması dolayısıyla sakınılması gereken bir alışkanlık olarak kabul gören Hristiyan ideolojisine bağlılar vardı. Masalarda hiyerarşik düzene göre oturulur en bol miktar en başta oturan en yüksek rütbeye sahip kişiye ikram edilirken fakirlere ve hizmetkarlara artık yemek bırakılırdı. Rahiplerse herkese yiyeceği eşit dağıtırdı. Sofra adabı günümüze nispetle tam gelişmediği için tek tabak ve bardaktan yeme- içme ve yerken ellerini kullanma yadsınmazdı.
Rönesans döneminde asiller dışında kalanların gösterişli yaşamasını yasaklayan safriyat kanunları ile zengin ve yoksulların sofralarındaki gıdalar da da farklılık oluşmuştur. Sınıfsal farkların sürekli artışı ile sınıfların tamamiyle ayrılması arasında geçen yaklaşık iki yüzyıllık süre sonunda toplu yemek kültürü sona ermiştir. 18. yüzyıl aydınlanma döneminin yansımaları sofralarda da bariz bir şekilde hissedilmiş, temizliğe önem verilerek masalara eklenen çatal ve bıçak kullanımı beraberinde kişiye özel servis açmayı getirmiş, misafir ağırlamak belirli saygı kurallarına tabi tutulmuştur. Yemeğin doyurma amaçlı midede başlayan serüveninin lezzetinin ön plana çıktığı damağa çıkma yolculuğunda, geçmişten günümüze gıdanın üretim, saklama, koruma, işleme ve tüketimi dünyanın küreselleşme akımına kadar her çağda ve her toplumda değişkenlik göstermiştir.
İSLAMİYETTE VE TÜRKLERDE BESLENME
İnsanoğlunun kulluk görevini yerine getirebilmesi için hayatın kendisine bahşedilmiş en önemli nimet olduğunu kabul eden İslamiyet, hayatın devamı için en temel unsurun beslenme olduğu bilinciyle beslenmeye ve beslenme adabına özel ihtimam göstermiştir. “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.” ayeti ile her gıdanın tüketilmesinin önüne geçilmiş “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar –ölmeden yetişip kestikleriniz hâriç- , dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (yoldan çıkmaktır… Kim gönlünden günaha yönelmiş olmamak üzere, zaruret olarak, açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” ve “Allah, içinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için, denizi emrinize verendir.” ayetleri ile de tüketilecek gıdaları helal ve haram olarak iki kategoriye ayırarak tüketilebilmelerini belirli kurallara tabi tutmuştur. “Ey iman edenler! Şarap(alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir.” ile içilecek gıda türlerine de sınırlama getirerek kapsamı genişletmiştir. Çatal bıçak gibi mutfak aletlerinin henüz sofralarda yerini almadığı ve topluluğun elle ve aynı tabaktan yemelerinden dolayı yemeklerden önce el ve ağızın yıkanması ile tabağın kenarından alınması gerektiği hadislerle önerilmiş, yemek sonrasında da el ve dişlerin temizliğinin önemi vurgulanmıştır. Temizlik işleminin sol el, yemek yemenin de sağ el ile olması tavsiye edilirken mideyi üç bölüme ayıracak şekilde az beslenilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. İslamiyetin sofra adabına getirdiği en büyük devrimlerden biri köleler ile aynı sofrada oturmak idi.
Göçebe dönemlerinde et ağırlıklı beslenen Türkler, göçebe kültüründen yerleşik düzene geçtiklerinde çoğunlukla hayvansal ürünler olmakla birlikte yetiştirdikleri hububatı da tüketmişlerdir. İslam ile tanıştıktan sonra dinin yiyeceklere getirmiş olduğu yasaklar Türk mutfak kültürüne de yansımış sebze yemekleri dönemine kadar et ile sebzeler beraberce pişirilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde düzenlenen seferler ve komşuları ile süren uzun soluklu ilişkilerde yemek kültürlerinden etkileşimler olmuş, tanzimat ile başlayıp Cumhuriyet dönemi sonrasında da Avrupa’nın yemek kültürü ile en zengin kozmopolit mutfak kültürüne sahip olmuştur. Anadolu geleneksel sofra kültüründe de islam etkili olmuştur. Kimi bölgelerde sofra bezi üzerine yerleştirilen sininin altına elek kasnağı yerleştirilerek yükseltilir, üzerine konulan tek kaptan büyük-küçük hiyerarşisine uygun olarak bağdaş kurularak üzerindeki tek bir kaptan yemek yenirdi.
DOĞAL BESLENME
Var olma sürecinden beri doğanın bir parçası olarak görülen insanın doğa ile ilişkisi,17. yüzyılda modern bilimin temellerini atan Bacon’un doğaya hükmetme felsefesine kadar maddi ve manevi dostça bir ilişki içinde devam etmiştir. Yaşamlarını doğayı gözlemleyerek idame ettiren Kızılderililerin bir öğretisinde
“ Bir atın susuzluğunu giderdiği yerden su iç; at hiçbir zaman kötü su içmez.
Kedinin yattığı yerde uyu, kurdun değdiği elmayı ye.
Sivrisineklerin yerleştiği mantarları korkusuzca topla.
Köstebeklerin kazdığı yere ağaç dik.
Yılanın ısınmaya durduğu yere ev yap.
Sıcak günlerde kuşların yuva yaptığı yere kuyu kaz.
Horozlarla beraber uyu ve uyan ki tüm gün için en sarı mısırlara ulaşabilesin.
Daha çok yeşillik ye ki bir hayvandaki gibi güçlü bacaklara ve dayanıklı bir kalbe sahip olabilesin.
Daha çok yüzmeye git ki dünyada kendini bir balığın kendini denizde hissettiği gibi hissedebilesin” dedikleri gibi doğa ile barışık bir yaşam tarzını tercih etmişlerdir.
Tarım devrimi ile üretilen gıda ve evcilleştirilen hayvanlara kendi doğal döngüleri çerçevesinde müdahalelerde bulunulmuştur. Rönesans ve akabinde sanayi devrimi ile nüfusun hızlı artışının da etkisiyle tüketimin ön planda olduğu bir kalkınma sürecinin benimsenmesiyle birlikte, doğaya hükmetmekten doğayı sömürme tutkusuna varan süreçte gıda üretimi de nasibini almıştır. Daha fazla ve hızlı üretim adına yapılan müdahalelerin doğaya ve ayrılamaz bir parçası olan insana verdiği zararlar zaman içinde fark edilerek gıda üretimi ve tüketiminde doğaya zarar vermeden doğadan almaya dönülmüştür. Bunun en iyi örneği 1948 yılında Paul Hermann Müller’e Nobel ödülü kazandıran DDT ilacıdır. Tarım için bir devrim olarak görülen DDT ile ilgili en ilginç hikaye 1950 yılında Borneo Adası’nda yaşayan halkın sıtma salgınına karşı müdahalede bu ilaca başvurması ve sonucunda yaşananlarla ilgilidir. Tonlarca DDT’nin çok kısa bir süre içinde kullanılması ile yok edilen sivrisineklerden dolayı azalmaya başlayan sıtma salgını sonrasında Borneo halkı bu defa da otlardan oluşan evlerinin çatılarının çökmesi problemiyle yüzleşirler. Yetkililer yaptıkları araştırmalar sonucunda DDT’nin sivrisineklerle birlikte yaban arılarını da yok etmesi sonucunda çatılarda tırtılların sayısının arttığını ve bunların hızlı bir şekilde otları yemesinden dolayı çatıların çökmeye başladığını fark ederler. Yine DDT’den zehirlenerek ölen milyarlarca böcek kertenkeleler tarafından yenir. Hayatlarında görmedikleri kadar böceği yemekten ağırlaşan kertenkelelerse fareler için muhteşem bir ziyafet olur. Kertenkeleleri yedikçe semiren, semirdikçe de üremesi hızlanan fareler bir süre sonra tüm adayı istila eder! Yiyecekleri tükenen fareler bu sefer ekinleri talan ederler. Bu da açlık ve tifo gibi sayısız bulaşıcı hastalık ile boğuşmak zorunda kalan yerli halkın sıtma hastalığından daha fazla kayıp vermesine sebep olur. Bu peş peşe gelen sorun sarmalında çözüm doğaya başvurularak elde edilir. Bölgede bulunan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından “Operation Cat Drop” adı verilen bir harekât ile Borneo ormanlarına 14.000 kedi paraşütle atılır. 1960’ların sonunda DDT örneğinde olduğu gibi kalkınma adına çevre gözardı edilerek yapılan bir çok hamlenin ekolojik dengeyi bozduğu sonucuna varılır. Ekolojik dengeyi koruyarak katkı maddesi kullanılmadan kalite ve lezzetin ön planda tutulduğu ziyafet sofralarının oluşturulmasına öncülük edecek olan bu durum sonucunda 1970’lerde, çok yaygın olarak kullanılması ve dayanıklılığından ötürü hayvanlar için tehlike arz etmesi ve doğadaki besin zincirinin bozulmasına yol açtığının anlaşılması üzerine DDT’nin kullanımı yasaklanmıştır.
TEKNOLOJİNİN MUTFAĞA DOKUNUŞU
Barınma ve beslenme temelinde yaşam mücadelesi veren insanın gıdaya erişiminin kolay olmaması nedeniyle ilk çağlarda gıda tedarik edildiği yerde çoğunlukla çiğ olarak tüketilirdi. Ateşin bulunması gıdayı hazırlama şeklini değiştirmesi yanında günümüz mutfağının şekillenmesine de zemin hazırlamıştır. İhtiyacı olan gıdaya iklim, doğa ve çevresel koşulların müsaade ettiği kadarıyla ulaşabilen insan, erişimin zor olduğu dönemler için gıdayı çeşitli tekniklerle koruma ve saklama ihtiyacı duymuştur. Et ve et ürünlerini kurutma, tuzlama ve kavurma teknikleriyle saklayarak gıdaya erişimin güç olduğu şartlarda tüketebilirken süt ve ürünlerinden çeşitli mayalama teknikleriyle uzun vadede faydalanabilmişlerdir. İlk çağlarda tarım yoluyla elde ettikleri gıdaları büyük depolarda saklamış, taş değirmenlerde öğüterek un ve tahıl ürünlerini çeşitlendirmişlerdir. Neolitik dönemde madenlerin darbelere ve ateşe karşı dayanıklı, şekil verilebilir olmasının keşfiyle işlenerek mutfak gereçleri üretilmiş, barınma yerlerinde yemek pişirme alanı olarak ayrılan kısımda üretilen bu gereçler kullanılmaya başlamıştır. Neolitik dönemdeki konut yerleşimlerinden elde edilen bulgular avlu etrafında konuşlandırılmış konut, tapınak ve erzak depolarından müteşekkil olduğunu gösterir. Antik çağda bir avlu etrafına yerleştirilmiş evler ve avlunun ortasında yemeklerin pişirildiği mutfak bulunmaktaydı. Ortaçağda yemek bina dışında veya yaşam alanı olarak kullanılan mekanda açık ateşte pişirilirdi.19. yüzyıla kadar mutfak ayrı bir mekan olarak kullanılmaya başlasa da açık ateşin hapsedilmesi 20. Yüzyıla yakın bir dönemde olmuştur. Yine bu dönemde evlerin içerisinde mutfak için fırın ve ateş yakma yerleri yerleştirilmiş, elektrik ve gaz kullanımı gelişmiş, su taşımacılığında ilerleme kaydedilmiştir. Anadolu’da ise mutfak ısınma, ısıtma, pişirme amaçları için bulunan tandır ya da ocağın etrafındaki oturma mekânından ibaretti. Divanü lugati’t-Türk’te geçen kelimelerden elde edilen bulgulara göre eski Türk evlerinde mutfak, kap kacağın yerleştirildiği raflar bulunan bir mekandı.
Sanayi devrimi ve her lokasyonda devam eden savaşların etkisi ile artan işçi ihtiyacının ucuz işgücü olarak görülen kadın ve çocuklardan sağlanması ile o zamana değin kendisine biçilen rolün dışına çıkan kadın ile başlayan verimli zaman ihtiyacı, konforlu yaşam için zamanla konut mimarisinde zorunlu değişime neden olmuştur. Sanayi devrimi öncesinde yalnızca yemek pişirmek için kullanılan mutfaklar, devrim sonrasında modüler mutfakların gelişmesi ve beraberinde teknolojinin dokunması ile donatılar çeşitlenerek günümüze kadar taşınmıştır. Suyun konut içine taşınmasıyla evyede yıkanmaya başlayan bulaşıklar, hizmetçisinin değerli porselenlerini yıkarken kırmasıyla sinirlenen Josephine Cochrane ‘nin basınçlı suyu makinedeki bulaşıkların üzerine fışkırtacak şekilde tasarladığı bulaşık makinesinin patentini 1886 yılında almasıyla günümüzdeki tek düğmeye bağlı konforlu duşuna kavuşmuştur. Açık ateşte pişirilirken, fırın, ocak ve sobanın kaynaştırıldığı kuzinelerden sonra; zaman, lezzet ve enerji kaybını azaltmak önceliği ile düdüklü tencerelere hapsedilen yemekler, mikrodalga fırınlarda saniyeler içinde istenilen kıvama kavuşmuştur. Uzun süreli muhafaza için soğuk mahzenler iken gıdaların ilk mekanları, buz kalıplarının soğutma gücünün uzun süren yardımının ertesinde Kelvinatörün 1918 de elektrikle çalıştırdığı ilk buzdolabı ve besin değerlerini kaybetmeden ilk günkü tazeliğini koruyabilmek için yüksek performans ve düşük enerjiye sahip buzdolapları ve derin dondurucularda aldılar yerlerini. Bıçaktan-mutfak robotlarına, çırpıcıdan- mikserlere, leğenden- hamur yoğurma makinalarına uzanan teknolojinin mutfağa dokunduğu her hikayenin arka planındaki amaç insanın daha az bedensel efor sarf ederek zamandan tasarruf etmesini sağlamaktır.
Geçmişten günümüze artarak devam eden aile bireylerinin yoğun çalışma saatleri nedeniyle yemek saatlerinin aile bireylerinin bir araya geldiği zamanlar olması, gıdanın uzun süreli korunma ve hızlı pişirme zorunluluğu nedenleriyle mutfak mimarisi de büyük önem arz etmektedir. Konut içine alınan gıdaların hızlı bir şekilde eriştirilmeleri için girişe yakın konumlandırılan mutfakların yönü gıdaların çabuk bozulmalarını önlemek amaçlı gün ışığının direk alınmadığı taraf seçilir. Çalışma alanı içindeki gidiş gelişlerin miktar ve mesafelerini azaltmak için hazırlama, pişirme ve yıkama alanları birbirine yakın yerleştirilir. Depolama alanının gün ışığını direk almayan ve gıdaların çabuk yerleştirilebileceği kapıya yakın yerleştirilmesi gereklidir. Çoğu mutfak yeme alanı olarak ta kullanıldığı için gün ışığı, iyi bir havalandırma ve konforlu bir aydınlatma sağlanmalıdır. Bahçeye veya balkona açılan bir kapı doğal havalandırma imkanını arttırabileceği gibi bu mekanların küçük birer gıda üretim merkezi haline dönüştürülebilme olanağı da sağlayabilir.
GIDA SAVAŞLARI
Rönesansın başlangıcında büyük payı olan Galileo‘nin gerçeği keşfiyle aslında bakış açısını da teke indirgeyerek dünyaya farklı bakabilmeyi bir anlamda hayal kurmayı bitirdi der Turgut Cansever. Dünyanın küresel yapısı ve akabinde uzak kıtaların keşfiyle küreselleşmenin ilk adımları sanatta, mimaride, giyimde, ideoloji ve bilimde tektipleşmeye doğru giderken haliyle beslenme de aynı küresel akıntıya kapılmıştır. Bu küreselleşmenin sonuçlarına verilebilecek en ilginç örneklerden biri etnik mutfaklardır. İspanyolların Meksika’yı fethinden sonra diğer kıtalara ulaşan domates, acı biber ve kakaoyu; bir İtalyan lokantasında domates soslu spagetti, hint lokantasında bol acı biberli rogan josh, İsviçre kafelerinde de kremalı sıcak çikolata olarak tüketebiliriz. Amerika Kıtasının keşfi patates, taze biber ve kabak çeşitlerinin dünyaya yayılmasını sağlamış, II. Henry’nin Floransalı Catherine de Medici ile evlenmesi sonucunda Fransızlar makarna başta olmak üzere, mantar, kavun ve karpuz gibi yeni tatlar ile tanışmışlardır. Milattan sonra 750 ve 950 yılları arasında Bağdad kökenli gelişmiş mutfak kültürü, batıya doğru ilerlerken, Türklerin Anadolu’ya gelmesi ile Türk ve Roma yemek kültürü temas ederek günümüz Türk ve Yunan mutfağına zemin hazırlamış, İstanbul’un fethedilmesi ile mutfak deniz ürünleri ile tanışmıştır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde Hindistan coğrafyasına düzenlenen seferler ile yemekler birbirine karışmış; keşifler, göçler, savaşlar ve komşu ülkeler ile yıllar boyu süren ilişkilerinde gerçekleşen kültürel aktarımlar Türk mutfağının şekillenmesinde katkı sağlamıştır. Bilim, teknoloji ve kültürel etkileşimler günümüz yemek kültürlerinin oluşumuna katkı sağlamış, küreselleşme ile birlikte her gıdaya her an ve her yerde ulaşabilme olanağına rağmen toplumsal ve bireysel bazda herkes aynı sofraya oturtulmamıştır. Evrimini tamamlayamamış beyinlerin yarattığı ideolojilerin tüm dünyayı çarkın içine çekmesi, güçlünün hayatta kalmayı başarabileceği olgusundan çıkamamanın da etkisiyle insan gıda için sürekli savaşmak zorunda kalmıştır. Yalnızca fizyolojik ihtiyaçlarını karşılama dürtüsüyle hareket eden ilkel insan beyni çağlar boyunca içinde bulunduğu bu gıda savaşında ilk çağlarda mağara duvarlarına tasvirlenen mızraklarını günümüzde yalnızca gıdaya değil gıdasına ortak olarak gördüğü bireylere de yöneltmiştir. Tüketebileceğinden daha fazlasını kazanma hırsının toplumları ve özelinde insanı çok yoğun ve belirli süreler arasına hapsetmesi ile beslenmeye ayrılan kısıtlı zaman nedeniyle gelişmiş, gelir ve refah düzeyi yüksek olan ülkelerde “Fast Food” yemek kültürünü oluşturmuş, bol kalorili ve hızlı tüketilen gıdalar hareket edemeyecek ağırlığa sahip sağlıksız bireylerin çoğalmasını sağlamıştır. Bir yandan hızlı hayatın getirdiği olumsuzlukları çözmek adına insanları birer “tüketim kölesi” haline getiren tüm uygulamalara karşı bireylerden toplumun geneline kadar bilinçlenme amaçlı “Hızlı Değil Hazlı” beslenmeyi yaymaya çalışan Gönüllü Sadelik gibi yaygınlaşan hareketler, bir yandan her geçen gün obezitede yaşanan ciddi orandaki artış, bir yandan da beslenme yetersizliği ve hatta açlıktan dolayı yaşanan erken ölümler küreselleşmenin evlerdeki sofraları tektipleştiremediğinin göstergesidir.
İnsanlığın varoluşundan beri çeşitli etkenlerden dolayı eksikliğinden veya daha fazlasını isteme arzusundan kaynaklı gıda savaşlarının dünya düzenini sürekli değişmeye zorlayacağı kaçınılmazdır.
KAYNAKLAR
konutlarda mutfakların geçmişten günümüze mimari olarak gelişmesinde teknolojinin etkileri/ Salih Doru
biçim ve işlev açısından geleneksel mutfak anlayışının günümüz mutfak mekanına ve teknolojisine uyarlanması/ Gönül Yağız Arslan
mutfak mekanları tasarımında teknolojinin etkisi/ Gökşin Nevriye Örs
https://www.britannica.com/topic/cooking/The-evolution-of-world-cuisines
https://koltuk-takimi.com/yemek-kulturunun-tarihi-gelisimi/
homo saphiens/ Yuval Noah Harari
Recep Tezgel, Ekoloji Eğitimi, (Yayınlanmamış Kitap) s.176